İnsanlar bir çeşit doğar, bin bir çeşit ölürler!

Hemen Paylaş

Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasın!

Ölüm ve yaşam insanlık tarihinin en çok ilgi duyduğu konulardan.

Dünyanın sayılı felsefecilerinin bu konudaki görüşleri müthiş.

Antik Yunan filozofu Epicurus, “ölüm geldiğinde biz olmayacağımız için ölüm bir deneyim olarak kabul edilemez” derken Sartre; “ölüm insanın özgürlüğünü vurgular, çünkü ölümle birlikte bireyin seçimleri ve eylemleri tam anlamıyla sona erer” kavramsallığını sahiplenmektedir.

Martin Heidegger, “ölümün yaşamın bir parçası olarak kabul edilmesi gerektiğini” savunurken, Albert Camus, “ölümün ardından bir sonuç veya anlam kalmaz. Bu nedenle, insanın yaşamını anlamlandırmak ve anlam yaratmak için çaba göstermesi gerektiğini” son derece güçlü vurgular.

Ne var ki, her güzel şeyin olduğu gibi hayatın da bir sonu var ve bu gerçekle de hepimiz yüzleşeceğiz.

Sevdiğim bir Rus atasözüdür; “İnsanlar bir çeşit doğar, bin bir çeşit ölürler”.

Bu noktada sorulması gereken en değerli soru şu;

İnsanlar nasıl ölmeli?

İşte bu kritik sorunun “cevabı” size ama genelde yaşadığınız vatandaşı olduğunuz devlete bağlı.

Günümüzde ulusların insanına; hayatına, haklarına, onuruna ve yaşamına verdiği ve kattığı değer en önemli prestiji olarak görülüyor.

Dolayısıyla bir devletin sosyal ve adil devlet olması, bu değerlere uygun yapılanması ve davranması refah toplumu için önemli bir katma değer.

Bu soyut kavramdan hareketle bireyin ölüm şeklini, toplumun tepkisi, vicdanı ve o toplumun sahip olduğu temel değerlerin belirleyeceğini söylemek yanlış olmaz.

Medeniyet seviyesi demek ki belirleyici bir unsur.

Toplumlar muhasır medeniyetler seviyesine birden bire gelmiyorlar elbet. Bu süreçte büyük fedakarlıklar var, kan var, göz yaşı var, geçmişten gelen dersler var, eğitim var, teknolojik gelişim var, ekonomik kalkınma var, kültürel kalkınma var, politik istikrar var, sosyal kalkınma var, var, var…

İlkel toplumdan medeniyete geçiş son derece meşakkatli olsa da; varlık içinde yokluk yaşayan “toplum gerçekliği” veya medeniyeti tatmış, suyunu içmiş, tozunu yutmuş toplumdan “Medeniyet tek dişi kalmış canavar” topluma geçiş dönemlerinde insanlığı yaşadığı zorluklar müthiş.

Buradan hareketle, bir ülkenin ulaştığı medeniyet seviyesini anlamak istediğinizde, ülkedeki yaşam tarzından ziyade ölüm şeklini göz önünde bulundurmak belki daha anlamlı olabilir.

Yani, o ülkede “nasıl öleceğiniz” bilin ki, bu değerlerin bir yansımasıdır.

Rahmetli Babamın kulağıma küpe sözlerinden biridir; “Allah ölümün bile hayırlısını versin”.

Bu sözü geçen gün köşemde yazmıştım. Büyük sözmüş.

Onun için nasıl öldüğümüz, öleceğimiz önemli…

Hep söylerim Allah sıralı ölüm versin.

Sıramız gelince göçüp gideceğiz bu diyarlardan. Dolayısıyla zamanı gelince, tüm yaşanmışlıklarla, mutlu mesut bir ölüm ki, en büyük şans…

Bir diğer ölüm, “bir zorlu süreci sona erdirmek, insan ruhunu rahatlatmak, huzura kavuşturmak” için ölmek, ölümü “yek seçenek” görmek.

Bu durumda, hayali, umudu yitirince, içinden çıkılmaz bir duruma düşünce, hayatla bağlar bir şekilde kopunca, sorunların üstesinden gelemeyince, çaresizlik ve umutsuzluk tüketirse insanı “zihinsel bir kaçış kapısı” olarak belirir fikriyatta. İnsan kendi yaşamına kendisi son verir.

Bir diğer ölüm de, kişinin kendi istek ve iradesi dışında “basit veya gereksiz bir nedenle” ölmesi, yani pisipisine ölmesidir.

Trajik ve haksız bir “hayata vedayı” ifade eder.

Anlamsız, gereksiz, yersiz, zamansız yere ölmek…

Peki depremle, depremde ölmek?

Bu çağda, ülkemde “depremde ölmek”?

Anlatılması ve açıklanması zor bir durum.

Dünkü yazımda vurguladığım gibi, bu topraklarda 1509’dan beri depremler yemiş bitirmiş bizi.

Ey hat, gel gör ki, bir türlü tecrübelerden gereken dersleri çıkaramamışız.

Bu tür felaketlerle yüz yüze olup yaşanmışlıklardan ders çıkaran ülkelerin aksine biz, her gün ölüp ölüp diriliyor, nasıl öleceğimiz sorusu zihnimizin bir köşesinde, her gün içimiz içimize sığmıyor…

Nasıl öleceğiz?

Düşünsenize, ülkemin depremselliği en yüksek bölgeleri “en çok çocuk nüfusun yaşadığı” ve ülkem ekonomisinin “lokomotifi” bölgeler.

Felaketin ne zaman geleceği belirsiz olunca, gün ışığında, gökyüzü karanlığa kavuştuğunda, “yaşadığımız acılarına rağmen” ders alamadığımız zamanların “yükü”, yaşanmış “acı hatıralar” ve “sesimi duyan var mı” haykırışları fazlasıyla sinirlerimizi bozuyor.

Nihayetinde gelecek depreme toplum olarak “far görmüş tavşan gibi kilitlendik”.

17 Ağustos 1999 depreminden 8580 gün veya 23,5 yıl sonra 6 Şubat 2023 Adıyaman depremini bu şiddetle yaşamak çok acı…

1999 Depreminde enkaz altında kalan bir arkadaşım, “bir daha böyle bir afetle karşılaşırsam, enkazın altında umudu beklemektense ölmeyi, o süreçte hayatıma son vermeyi yeğlerim” demişti.

Unutmam…

Doğum gibi ölüm de bir gerçeklik. Bu iki zıt olgu arasında tek ortaklık “doğallık”…

Şairin dediği gibi;

   “Ve bir çiçek gibi solmak

            Dalında, dalında güzel,

           O güzel dalında solmak…”

Bir insanın zorlu bir süreci sona erdirecek ölümü istemesi,

Veya “pisipisine” ölmek..

İnsanın uykuları kaçıyor, tehlikenin fakında mısınız?

Deprem afetinin yönetilmesi için, bir politika ve strateji geliştirilmesi için, taktiksel ve operasyonel planların yapılması için ve bunların uygulamaya geçirilmesi için 30 sene süper bir zaman”dı”…

Bunu kim yapacaktı?

Siyaset, politikacılar, oy verdiklerimiz.

Kimin için yapacaktı?

Bizim için.

Biz kime oy verecektik?

Bu siyaseti üreten politikacılara…

Niçin oy verecektik?

Bizim hayatımızı daha anlamlı kılmaları için…

Peki durum-vaziyet nasıl?

Kocaman bir hiç…

Politikacılar rantsal siyasete, halkım da kendi çıkarlarına odaklanınca basiretsiz politikacılara teslim olmuş durumdayız.

Durum değişmiyor.

Aklımızı başımıza almalıyız.

Öncelikle durum tespiti yapıp gerçeklerle yüzleşmeliyiz.

Afetlerle mücadelede etkin ve etkili, dinamik bir sistem kurmalıyız.

Bu sistemde bilime, bilimselliğe, nitelikli teknik eleman yetiştirilmesine önem vermeliyiz…

İmar suçlarını ANAYASAL SUÇ haline getirmeliyiz,

Meslek odalarının denetim gücünü arttırmalıyız.

Sonuç olarak bu işin bir pusulası olmalı.

Şimdiki halimizle fırtınada rotasını kaybetmiş gemi gibiyiz.

Böylesi bir havada, ortamda pusulamız yoksa…

O zaman benden bize tek bir nasihat kalıyor;

“Kelime-i şahadeti getirmek”…

 

Şunlar da hoşunuza gidebilir

Yazarın Diğer Yazıları

+ There are no comments

Add yours